ABD’de başlayan bankacılık krizi etkileri
Birkaç finansal kuruluş haricinde kimselerin hesaplamalara vakıf olmadığı, hibrit opsiyonları alıp değişken teminatlar içerisinde kaldıraçlı işlemlere dönüşen, 2008 krizinden en ufak ders alınmayan bir döneme yeniden döndük.
Ahmet Akyıldız - Baş Ekonomist Ekonomik Araştırmalar Yöneticisi
Mart ayının ilk haftasında ABD'de Silikon Vadisi Bankası'nın (SVB) ve New York merkezli Signature Bank'ın iflas etmesinin ardından krizin Avrupa merkezli Credit Suisse'e sıçraması finans piyasalarına olan güveni bir hayli azalttı. 19 Mart gecesinde ABD ve Avrupa'da bankacılık sistemine yönelik risklerin ortadan kaldırılması için Fed ve beş büyük merkez bankası (Kanada, İngiltere, Japonya, Avrupa ve İsviçre merkez bankaları) likiditeyi artırmaya yönelik ortak adım atma kararı aldı.
Krizin ilk patlak verdiği haftada ABD Başkanı Joe Biden, ABD finans sisteminin güvende olduğu garantisini vermiş, ABD yönetimi de iflas eden iki bankadaki mevduat sahiplerinin paralarının tümüne güvence getirmişti. Yazılı olmayan 'batamayacak kadar büyük - too big, to fail' hususunu desteklercesine bankacılık sistemini korumak için ne gerekiyorsa yapılacağı açıklayan Beyaz Saray yönetiminin bu duruşu, ilk haftada yaşanan şok etkisini bir nebze rahatlatmıştı. İkinci haftaya geçtiğimizde piyasalarda huzursuzluk artmaya devam ederken, İspanyol Santander ve Alman Commerzbank hisselerindeki düşüş yüzde 10 seviyelerine yükseldi. Dalgalanmada gözüken sert hareketler sonrası ABD finans piyasalarında yer alan 11 banka, zor durumdaki bölgesel kredi bankası First Republic'e 30 milyar dolarlık nakit desteği sağlayacaklarını açıkladı.
13 Mart haftasına geldiğimizde HSBC, Silikon Vadisi Bankası'nın (SVB) İngiltere kolunu 1 sterlin karşılığında satın aldı. HSBC'nin, SVB'nin İngiltere kolunu satın alarak kurtarmayı kabul etmesi, bu bankayla iş yaptığı için zor durumda kalan şirketleri bir hayli rahatlattı. Konuya ilişkin uzman görüşlerine baktığımızda, belli sıkıntıları hemen izole edip, sistemsel sorun haline gelmesini engellemeye çalışmak olduğu yönünde. Buzdağının gözüken tarafı finansal otoriteler ve belli bankaların, Basel 3 standartlarını aşarak operasyonel ve sermaye zafiyeti gösteren mayınları ortadan kaldırıp, sistematik riske dönüşümü yavaşlatmak üzerine kurulu.
FİNANSAL İSTİKRAR KURGUSU
Peki bu yeterli oluyor mu? Sonda söyleyeceğimi başa çekerek kesinlikle yetersiz kalınacağını ve krizin daha da derinleşeceğini öngördüğümü söylemek istiyorum. Finansal sistemin yönlülüğü: Sorunlar ve Politika Seçenekleri adlı çalışmayla birlikte Fed'in eski başkanlarından Ben S. Bernanke'nin kitabı 21. Yüzyıl Para Politikaları bu tezimi destekleyici argümanlar barındırıyor. İki çalışmanın da ortak diline baktığımızda karşımıza şu çıkmakta. 21'inci yüzyıl merkez bankacılığı anlayışının, krizlere kadar fiyat istikrarını tek hedef olarak kabul ettiği, bu kabulün temel dayanağında ise fiyat istikrarının uzun vadede finansal istikrarı tehdit eden en önemli sorun olduğu ve fiyat istikrarı hedefine ulaşıldığında finansal istikrarın da kendiliğinden sağlanacağı görüşüne kurulması.
Başka bir deyişle fiyat istikrarı finansal istikrar için yeterli ve tek koşul sayılmakta. Peki bu durum geçerliyse neden her faiz artırımı koridoru döneminde bankacılık riskleri yükselirken, bono / tahvil piyasalarında ciddi zararlar yazılıyor? Bunun ana nedeni, bankaların risk algoritmalarında daha fazla kar yazmak için teminat bozucu işlemlere yeltenmeleri ve merkezi otoritelerinde Credit Suisse özelinde olduğu gibi kafalarını başka yöne çevirmeleri. Birkaç finansal kuruluş haricinde kimselerin hesaplamalara vakıf olmadığı, hibrit opsiyonları alıp değişken teminatlar içerisinde kaldıraçlı işlemlere dönüşen, 2008 krizinden en ufak ders alınmayan bir döneme yeniden döndük. Bazen net ifadelerin ve kavramların daha net altının çizilmesi gereken zamanlar oluyor ve işte tam bu dönem içerisindeyiz.
NASIL YAPABİLİYORLAR?
Sarbaney-Oxley, yahut Basel bankacılık kriterleri... Ne dersek diyelim bu regülasyonların orta büyüklükteki oyuncular ve gelişen ülkelere dikte edildiğine bir kez daha şahit oluyoruz. Ülke operasyonlarının 1 sterline devredildiği, 600 milyar euro fon büyüklüğüne ulaşmış batık bankaların devlet zoruyla 3.3 milyar dolara rakibine satıldığı bir ortamda işler daha da kötüye gider mi demek bence gereksiz bir kaygı. Sorulması ve sorgulanması gereken ana konu Credit Suisse ve benzeri bankaların yaptıkları değil bunları nasıl yapabildikleri? Yönetim eksikliğinin görüldüğü ve bilindiği bir ortamda neden resmi ve özel denetim kuruluşlarının ortada gözükmediği. Credit Suisse'i yakından takip edenlerin bildiği üzere konu son 1 aylık dönemin değil, son 18 aylık bir batış hikayesinin konusu. Ülkemiz bankacılığı üzerinde her üç ayda bir en sıkı denetimleri yapan rating kuruluşlarının bu bankaların sistematik risklerini ölçümlememesi ve bankalarımızı İsviçre bankacılığı özelinde uyarmaması gerçekten kabul edilebilecek bir durum değil. Sermaye yeterlilik rasyosu neredeyse yüzde 17 ortalama seviyede hareket eden ülkemize, kredi risk paketlerinde her türlü zorluğu çıkarmaya çalışan ülkelerin özkaynak erimesi hususu irdelenirse orta- ya çıkacak tablo korkutucu düzeyde olacaktır.
İŞLEMLER KONTROL EDİLMELİ
Ocak ayında Avrupa özelinde yapılan stres testlerinin mart ayında açıklanması gerekirken ileriye ertelenmesi ise durumun vahametinin anlaşılması açısından öne çıkıyor. Ne yazık ki Avrupa bankacılık sistemi, düşük likidite, yetersiz özkaynak yapısıyla kırılganlığı arttı ve merkez bankalarının destek açıklamalarına muhtaç bırakıldı. Düşük iç tüketim rakamlarının yanında Fed kaynaklı faiz artışı sarmalına takılıp, güçlü EUR/ USD paritesi için tahvil piyasası fiyatlamalarını yerle bir eden bu durumdan ders çıkarmak gerekiyor. İkincil fiyatı 5.05'lere gelen iki yıllık gösterge tahvil fiyatına yönelen yatırımcıların elbette 3.20 ile fiyatlanmış piyasadan geri çekilmesi kaçınılmaz bir gelişme. Burada önemli olan kaldıraçlı işlemler başta olmak üzere, hibrit coco bonds olarak tarif edilen tahvil piyasalarında yer alan bankaların sermaye yedeklerine göre limitlerinin kontrol edilmesi.
Sermaye kazanımın bir hayli zorlaştığı, Ukrayna-Rusya savaş gerginliği neticesinde CDS risk primlerinin bir hayli yükseldiği bir ortamda yetersiz yönetim ilkeleri ve şımartılan özel bankacılık kurumlarının verdiği zarar, AT1 tahvil klasmanında 275 milyar dolar olarak açıklandı.
Kısaca özetleyecek olursak, merkez bankaları faiz silahı üzerinden çekirdek enflasyon üzerinde baskılama stratejisini yürütüyor. Bankacılık sektörü ise düşük talebi kendi bildiği yöntemlerle maksimize etme çabasına giriyor. 1999 ve 2007'ye çok benzer denetimsizlik dönemi sonuçları burada da karşımıza çıkıyor. Fed'in faiz stratejisinden vazgeçmesi, MB'larının likidite konusunda piyasalara güven telkin etmeleri toprak altına itilen gerçekleri saklayamayacak. Denetim ve risk yönetimi ilkelerinden uzaklaşıp, -denetler gibi yapılan her dönem sonunda- halkın birikimleri erimiş ve konudan günahı olmayanlar ek vergilere muhatap olmuştur. Okumanızı mutlaka tavsiye edeceğim Eric J. Hobsbawm'ın 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı kitabından bir pasaj ile yazımı noktalamak istiyorum:
"Ekonomik krizler olmasaydı kesinlikle Hitler olmayacaktı, Roosevelt olmayacaktı. Büyük bir ihtimalle Sovyet sistemi ciddi bir ekonomik rakip ve dünya kapitalizmine bir alternatif olarak görülmeyecekti. Ekonomik krizin Avrupa'nın ve batı dünyasının dışında kalan yerlerde sebep olduğu sonuçlar herkesin görebileceği kadar dramatik oldu. Özetle, yirminci yüzyılın ikinci yarısının dünyası, ekonomik çöküşün sebebiyet verdiği etki anlaşılmadıkça kavranamaz."